Ermenistan ordusunun 27 Eylül sabahı gerçekleştirdiği provokasyon bu kez Azerbaycan'ın daha kapsamlı karşılık vermesine ve yıllardır Ermenistan işgali altında bulunan topraklarını kurtarmak için karşı saldırı başlatmasına neden oldu. 30 Eylül sabahı itibarıyla Azerbaycan çok yüksek ve stratejik öneme sahip dağlık bölgeler de dahil olmak üzere 1994 ateşkesine kadarki süreçte Ermenistan tarafından işgal edilmiş topraklarının önemli bir kısmını işgalden kurtardı.
İngiltere'de en baştan bu yana pek çok tartışmaya neden olan Brexit sürecinin onaylanmasını takiben, ekonomik ve ticari anlaşmalar belirsizlik taşımaktadır. Özellikle pandemi sürecinin de devreye girmesiyle daralan ekonomi, kapsamlı ticari ortaklıkların gerekliliğinin önemini tekrar gündeme getirmiştir. Bu anlamda, Avrupa Birliği'nden ayrılma sürecindeki Muhafazakâr hükümetin henüz hiçbir ülke ile serbest ticaret anlaşması yapamaması eleştirilere neden olmaya başlamaktaydı. Ancak geçtiğimiz gün Japonya ile varılan serbest ticaret anlaşması, peşi sıra başka serbest ticaret anlaşmalarıyla desteklenmesi halinde, hükümetin elini güçlendirebilir.
Son birkaç aydır Doğu Akdeniz'deki jeopolitik rekabet ile enerji kaynakları üzerindeki hak mücadelesi, Türkiye ile AB arasında yeni bir tartışma konusu olarak belirmeye başladı. Doğu Akdeniz meselesi elbette yeni başlamış değil. Kıbrıs'ın statüsü, GKRY'nin bütün ada üzerindeki hak iddiaları zaten Türkiye açısından varoluşsal düzeyde bir sorundu. Bu anlamda Kıbrıs sorunu AB'nin, Türkiye ile müzakerelerinde hep paranteze alınan ya da, perde arkasında Türkiye'ye dayatılan formüllerle çözülmeye çalışılan bir sorun olageldi. Kıbrıs meselesinde AB'nin temel pozisyonu, Yunanistan ve GKRY'nin maksimalist taleplerini karşılayacak şekilde çözülmesinde ısrarcı olmak oldu. 2000'lerin başından itibaren bölgede keşfedilen enerji kaynaklarından Türkiye'nin mahrum bırakılması üzerine kurulan politika da bunun devamı niteliğinde.
Rusya-Çin ilişkileri, muhteva bakımından da aslında Rusya-Türk münasebetlerine benziyor. İki ülke bir taraftan birbirlerine ihtiyaç duyuyor, uluslararası arenadaki gelişmeler de aralarındaki işbirliğini güçlendirmelerini gerektiriyor, ancak aynı zamanda iki ülke birçok bölgede ve birçok alanda rakip konumundalar. Rusya'nın özellikle 2014'ten, Çin'in ise 2018'den itibaren ABD ile aralarının gerginleşmesi, bir taraftan iki ülkeyi yakınlaştırıyor, diğer taraftan ABD'nin dikkatlerini "iki cepheye" bölmesine sebep oluyor. Diğer taraftan Çin'in ABD ile yürüttüğü ticaret savaşı şüphesiz Rusya'nın lehineyken Rusya'nın da siyasi alanda ABD ile mücadele içinde olması Çin'in çıkarına olan bir gelişme. Günümüzde özellikle ABD karşıtlığı dolayısıyla artan Rusya-Çin birlikteliği, önümüzdeki dönemde açıkça çok yönlü bir ABD-Rusya–Çin mücadelesine dönüşebilir.
Hiç bitmeyen bir maraton şeklinde ilerleyen Türkiye'nin Avrupa Birliği (AB) tam üyelik müzakereleri, Türkiye'ye özel ve daha önce hiçbir aday ülkeye uygulanmayan çifte standartlar yüzünden sekteye uğramış durumda. Türkiye'nin üyeliğine karşı olan gruplar Türkiye'nin Avrupa'ya ait olmadığını ve Avrupa kimliği, coğrafi ve kültürel sınırları için de bir tehdit olduğunu defalarca ifade etmiş bulunuyorlar.
Türkiye ile Fransa arasında son dönemde birçok siyasi kriz ve polemik yaşanmaktadır. Bu krizler, yapay veya zorlama değildir; iki ülkenin Libya ve Doğu Akdeniz bölgelerinde çıkar çatışmaları yaşadıkları ve farklı tarafları destekledikleri bir gerçektir. Fransa'ya bir eleştiri yapmak gerekirse; Fransa'nın Türkiye'nin AB üyeliği konusunda engelleyici tavır takınması, iki ülke ilişkilerini ve genel olarak Türkiye-AB ilişkilerini olumsuz yönde etkilemektedir. Fransa'nın Doğu Akdeniz politikasının Yunanistan, Kıbrıslı Rumlar ve NATO'nun birliği açısından da bazı riskler içerdiği ortadadır. Türkiye tarafına eleştiri yapmak gerekirse; Türkiye'deki siyasal sistemin son dönemde demokrasiden uzaklaşıldığı görüntüsü verdiği bir vakadır ve uluslararası endekslerde de bu durum açıkça görülebilmektedir. Benzer şekilde, Türkiye de, Rusya ile ilişkiler ve NATO politikaları konusunda son dönemde ayrıksı bir görüntü çizmektedir.
Geçmişte olduğu gibi, günümüzde de, devletler, halen uluslararası sistem içerisinde lider ve kural koyucu bir statüde olma yolunda diğer devletlerle yapılan ilişkilerde diplomatik olarak güç odaklı ve daha baskılayıcı bir yol izlemektedirler. Bu çerçevede, günümüzde uluslararası arenada ABD ve Çin Halk Cumhuriyeti sık sık karşı karşıya gelmektedirler. Soğuk Savaş sonrasında tek süper güç olma yolunda ilerleyen Amerika Birleşik Devletleri için, onun gücüne alternatif olma yolunda ilerleyen belki de tek devlet olarak Çin görülmektedir. Bu alternatif güç, sadece askeri ve savunma olarak değerlendirilmemelidir; aynı zamanda ekonomi, işgücü kapasitesi, yumuşak güç unsurları ve yatırım çekebilme kapasitesi gibi unsurların son yıllarda Uzak Asya'nın yükselen gücüne kayması da ABD için Çin'in tehlikeli bir rakip statüsüne yükselmesine neden olmuştur.
Türkiye'nin yıllardır tam üyelik vaadiyle kapısında bekldiği AB'nin Türkiye-Yunanistan arasındaki gerilimde normatif bir güç olması dolayısıyla normatif bir dış politika izlediği iddia edilmektedir. Supranasyonel bir örgüt olarak sui generis bir yapıya sahip olan AB'nin soruna yönelik yapıcı bir tutum sergilemek yerine Yunanistan'ın ve Güney Kıbrıs Rum Kesimi'nin irrasyonel taleplerinin destekçisi haline gelmesi, Birliğin tarafsız bir politika izlemesini güçleştirmektedir. Yunanistan ve GKRY'nin peşine takılarak Türkiye gibi birçok alanda karşılıklı bağımlılığın sürdürüldüğü bir ülke ile ilişkilerini zehirlemesi ve sorunun tarafı haline gelerek yaptırım tehdidiyle Türkiye'nin pozisyonunu değiştirebileceğini düşünmesi, Birliğin ortak bir dış politika üretirken tarafsız davranmasını zorlaştırmaktadır. Dahası, Yunanistan'ın ve Rum tarafının "sopa politikasının" bir aracı haline gelmesi, AB gibi demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan ve azınlık hakları gibi temel değerlerin bayraktarlığını yapan bir örgütün anlaşılması mümkün olmayan siyasi adımlar atmasına neden olmaktadır.
Her yıl düzenlenen Münih Güvenlik Konferansı bu sene Güney Kafkasya açısından son derece önemli bir oturumun organizasyonunu 15 Şubat 2020 tarihinde gerçekleştirdi. Şöyle ki, 56. Münih Güvenlik Konferansı kapsamında Ermenistan Başbakanı Nikol Paşinyan ve Azerbaycan Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı İlham Aliyev, Azerbaycan`ın Ermenistan tarafından işgal edilen Dağlık Karabağ ve çevre bölgeleri ile ilgili sorunu konu alan özel bir oturumda bir araya gelerek 30 seneye yakın bir süredir devam eden problemi ilk defa uluslararası kamuoyu önünde yüz yüze tartıştılar. Ermenistan`ın yazar, yorumcu ve diplomasi uzmanları da dahil olmak üzere hemen hemen herkes, oturum süresince devlet adamlığı, savunulan tezlerin dayanağı ve tutarlılığı, beden dili ve akıcı İngilizce açısından Cumhurbaşkanı İlham Aliyev`in N. Paşinyan üzerinde ezici üstünlüğünü teyit etti. Aslında bu haklı üstünlük sadece Paşinyan üzerinde değil, işgalci ve yapay bir devletin dış politikasının çok zor olan savunuculuğu üzerinde idi. Malum olduğu üzere işgalciliği, dolayısıyla da haksızlığı akıl, mantık ve bilgi ile uluslararası kamuoyu önünde savunmak imkansızdır.
Macron Fransası ve Doğu Akdeniz siyaseti
Dünya barışı kavramının uluslararası arenadaki mevcut kargaşa içerisinde unutulduğunu ve yerini ne olursa olsun kazanma hırsının aldığını müşahede ediyoruz.
Daha...