
Bakü, 30 Kasım 2017 – Newtimes.az
Küreselleşme sürecinin toplumun her katmanına derinden nüfuz ettiği çağdaş
dönemin en büyük tehditlerden biri bölücülüktür. Ne kadar paradoksal olsa dahi,
sadece ekonomik, siyasi veya kültürel ortaklığa değil, hatta ortak değerlerin
oluşturulmasına yönelik küreselleşme bölücülüğün genişlemesine engel olamadı. Yeni
binyılda insanlığın en büyük baş ağrısı haline gelen bölücülüğün gerçek
nedenleri nelerdir? Neden farklı bölgelerde ve farklı toplumlarda bölücülüğe farklı
yaklaşılıyor?
Dünyada yaklaşık sekiz binden fazla etniğin veya halkın yaşadığı
bilinmektedir. Siyasi haritadaki devletlerin sayısı ise 200'e yakındır ve onlardan
sadece 10-15'I etnik-monoton ülkedir, yani başka etniklerin sayısı bu ülkelerde
%5`ten düşüktür. Bu nedenle, her ulusun çağdaş dönemde kendi devletine sahip
olması imkansızdır. Aynı zamanda dominant halkla etnik azınlıklar arasında
belli siyasi, ekonomik, dini, toplum-dahili yaklaşımların farkına ilişkin problemler
sebebiyle etnik bölücülüğün de varlığı kaçınılmazdır. Bugün, etnik çatışmaların
coğrafyası dünyanın hemen hemen her yerini kapsıyor.
Bölücülüğun 20`nci yüzyılda bir kavram olarak ortaya çıkmasına
rağmen, etnik-dinsel bölücülük ya da ayrımcılık tarihsel olarak kamusal alanda
olmuştur. Tarihsel olaylar, imparatorlukların bazılarının ayrılıkçı eğilimlerle
yıkıldığının ve aynı zamanda bazı devletlerin ayrılıkçılığın bir sonucu olarak
oluştuğunun kanıtıdır. Çağdaş bölücülüğün ilham kaynağı ise hiç kuşkusuz ABD'nin
28`inci Başkanı Woodrow Wilson`un ilan ettiği "ulusların kendi kaderini
tayini hakkı "na dayanıyor. "Kendi kaderini tayin etme" terimini
ilk kez 1878 yılında Berlin kongresinde kullanılsa bile tüm dünyada bu W.Wilson`un
fikri olarak bilinir. Öte yandan, bu ilke, imparatorluk sonrası dönemde
bağımsız devletlerin ortaya çıkışı için ana fikirlerden biriydi. Bu yüzden de "ulusların
kendi kaderini tayin etme" prensibini işte bu dönemin gerçekleri açısından
incelemek doğru olur.
Yirminci yüzyılın başlarında dünya siyasetinde pekişen ABD yeni dünya
düzeninı oluşturmak için kendi amaçlarına uygun ilkeler ortaya attı. Bu Başkan Woodrow
Wilson`un 14 maddelik belgesi ile gündeme getirildi. "Kendi kaderini tayin
etme" Birleşik Devletler'e dünya çapında önemli güçlere karşı kullanılmak için
gerekliydi. Öyle ki, bu dönemde küresel sahnede sadece ABD uluslarüstü (post-ulusal)
devlet yapısına sahip toplum kurabilmişti. Dünyada birçok güç merkezleri,
Rusya, Osmanlı, Çin ve Avrupa imparatorlukları ise "devlet-millet"
ilkesine dayalı devlet kuruluşlarına sahiptiler. ABD'nin etnik prensiplere dayanmayan
toplum ve devlet olması sayesinde "ulusların kendi kaderini tayin
hakkı"nın uygulanmasının kendisinden başka diğer rakip imparatorlukların
bölünmesi ve bağımsız devletlerin oluşmasına neden oldu.
Bu dönemde imparatorluk yönetiminin çökmesi ve yeni sömürge
siyasetine geçiş için "kendi kaderini tayin" büyük rol oynadı ve
diğer küresel güçlerden farklı olarak ABD için bir tehdit değildi. Bu hem de
bir kaç yüzyıl imparatorluk esaretinde yaşayan halkların bağımsızlığını
kazanmasına ve neoimperialist sistemin oluşmasına yol açtı. Birleşik Devletler,
dünyadaki ulusların kendi kaderlerini tayin etme ilkesini kendi çıkarları için uygulamış
oldu. Bununla da yirminci yüzyılın başlarında jeopolitik manzarada ciddi
yapılandırma değişikliği oldu. Bir yandan ABD "İhtiyar kıtadaki"
imparatorlukların çöküşünden yararlanarak siyasi sahneye olağanüstü devlet gibi
çıkma imkanı kazandı. Diğer yandan küçük ulusların kendilerinin kaderlerini bağımsız
devletler çerçevesinde tayin etmesi ise ABD'nin dünyada insan haklarının
savunucusu imajının oluşmasına yol açtı. Bütün bunlar, imparatorluk sonrası
dönem için ileriye atılmış adımlar olarak kabul edildi.
Fakat yirminci yüzyılın başlarında küçük ulusların kendi ulvî arzusuna
kavuşmasına neden olan "kendi kaderini tayin" hakkı sonraki aşamalarda
sonsuz ondalık gibi uzanarak ve somut kriterler belirlenemediği için insanlığı
bölücülük denilen tehlikeli bir tehditle yüz yüze koydu. Hiç şüphesiz, modern dünyada
etnik bölücülüğün yayılmasının temel nedeni uluslararası ilişkiler sisteminde
hüküm süren "çifte standartlar" politikasıdır. Milletleri
bağımsızlığa kavuşturan "kendi kaderini tayin" belli çevrelerin
elinde siyasi alete dönüştü. Bu hak aynı bölgede çeşitli etniklere ilişkin farklı
tür yorumlanmaya başladı. Bazılarına adil hukuk olarak tanınan, diğerlerine
karşı dözümsüzlük olarak görüldü. En önemlisi ise "kendi kaderini
tayin" hakkının somut çerçeveleri belirlenemedi, bu ilkenin sınırları
devletlerin toprak bütünlüğü ilkesi ile açıklığa kavuşturulmadı ve siyasi baskı
mekanizmasına dönüştü.
Tesadüfi deyil ki, toplam 200 yıl önce Güney Kafkasya`ya elaltısı
olduğu imparatorlukların çıkarlarına hizmet etmek için göç ettirilmiş Ermeniler
artık bu bölgede kaçıncı defadır ki, kendi müqedderatlarını belirlemeye gayret
ederler. İlk kez 1918 yılında tarihi Azerbaycan topraklarında devlet kuran
Ermeniler 20`inci yüzyıl boyunca defalarca kendi kaderlerini tayın etme
isteğinde olmuşlardır. Azerbaycan'ın Dağlık Karabağ, Gürcistan Samshe-Cavahetiya,
Türkiye'nin Doğu Anadolu bölgelerinde Ermeni bölücülüğünün temel referans
noktası kendi kaderini tayın etmedir. Soru şudur: bir halk aynı bölgede kendi
kaderini kaç defa tayın edebilir? Tarihsel olarak bu toprağa bağlılığı olmayan,
çeşitli dönemlerde bu bölgeye göç ettirilen, ekonomik konum açısından daima
elverişli imkanlar sağlanan Ermeniler in göç ettikleri diğer ülkelerde – Rusya,
ABD, Fransa'da da bir gün kendi kaderlerini tayın etme isteklerine aynı
mantıkla yaklaşılmalıdır.
Günümüzde imparatorluklar döneminden farklı olarak ulusların kendi
kaderini tayin etme hakkının devletlerin toprak bütünlüğü ilkesinin ihlali
yoluyla uygulanması çifte standartların tezahürüdür. Günümüzde "halkların kendi
kaderini tayin etme hakkı"nı temel referans kaynağı olarak kabul ederek
baş kaldıran bölücü hareketler halkların bir arada yaşamana, çokkültürlü
değerlere, barış ve istikrara ciddi bir tehdittir. Olaylar gösteriyor ki, etnik
bölücülük cezasız kalınca ve desteklenince aşırı nitelik taşımaya başlıyor.
Tüm bunlar ise tek bir ülke, bir bölge için değil, tüm insanlık için
küresel tehdit ve önemli zorluktur. Etnik bölücülüğü önlemenin tek yolu ise tek
bir yaklaşımdır. Etnik çatışmaları uluslararası hukuk normları çerçevesinde
çözmeye yönelik çabalar yetersizdir. Çünkü farklı siyasi çıkarlar açısından ayrı
ayrı bölgelerde baş kaldıran bölücülük eğilimlerine dikkatsizce yaklaşım veya
uygulanan çifte standartlar bölücülüğün bumerang nitelik taşımasına ve küresel
ölçekte barışı tehdit eden evrensel soruna dönüşmesine neden olmuştur. Bu
anlamda Azerbaycan Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Sayın İlham Aliyev Brüksel'de Avrupa
Birliği'nin Doğu Ortaklığı Zirvesi'nde bölücülüğe karşı ortak bir yaklaşım
gerektiğini dünya kamuoyuna dikkatine sunarak esas kriterleri de belirlemiştir:
"21`inci yüzyılda bölücülük, saldırgan bölücülük kabul edilemez. Her tür bölücülük
kınanmalı ve bölücülüğün tüm şekillerine yönelik tek bir yaklaşım
uygulanmalıdır. Azerbaycan'ın toprak bütünlüğü diğer her hangi bir ülkenin
toprak bütünlüğü ile aynı değere sahiptir ve sağlanmalıdır".
Böylece, üçüncü binyılın ikinci on yılı etnik bölücülük açısından
yeni bir boyut ortaya koydu. İspanya'da Katalonya krizi, Irak'ta Kürdistan`la ilgili
yapılan referandum gösterdi ki, bölücülük küresel tehdittir ve mevcut dünya
düzeni yeni zorluklar karşısında kalacaktır. Ancak o zaman dünyada bölücülüğe
karşı konuşmaya başladılar. Oysa bölücülüğün temelinde neo-emperyalizm
bağlamında dünyayı yönetmek iddiasında olan aktörlerin ulusal ve ulus ötesi
hedeflerinin olması bir yenilik değildir.
Bölücülük ideologları, halkın kendi kaderini tayin hakkı savundukları
hareketi haklı çıkarmaya çalışıyorlar. Bütün dünya şimdi Katalonya
referandumunu, Irak'ta bağımsız bir Kürdistan devletinin kurulmasını
tartışıyor. Bu eğilimler bölücülük mü, yoksa "kendi kaderini tayin etme"mi?.
Irak devletinin toprak bütünlüğünü tehdit eden olaya bakınca tüm dünyaya
bölücülüğe karşı mücadele örneği gösteren bu ülkede yaşayan Türkmenleri
hatırlamak gerekir. Azerbaycan Türkleri ile aynı milletin oğulları olan Türkmenler
Irak ve Suriye'de yaşayan yerli halklardır. Türkmenlerin son yüz yıl içinde
yaşadığı ülkede en çok zarar gören insanlar olması da acı veren bir gerçektir. Bununla
birlikte, olaylar, dış güçler ve büyük devletler tarafından Büyük Ortadoğu'nun
yeni bir haritasının oluşturulmasıyla ilgili bölgede yürütülen kanlı ve trajik
olaylarda, Türkmenlerin saldırgan bölücülüğe giriftar olmadığını gösteriyor.
Bu bağlamda 20 Kasım tarihinde Nizami Gencevi Uluslararası Merkezi'nin organizasyonu ile Brüksel'de yapılan ve katılımcısı olduğum "bölücülük uluslararası barışa ve güvenliğe tehdittir" konusunda Uluslararası Forumda Irak Parlamentosu üyesi, Türkmeneli Cephesi Başkanı Erşat Salihi`nin konuşması "bölücülükle mücadele örneği" açısından oldukça değerlidir. Salehi'nin konuşmasında, Türkmenlerin yaşadıkları topraklara sevgisi ve bölücülüğün şimdiki aşamada ortak vatana zarar vermesine hassas yaklasan gerçek bir vatandaş görüşü duruyor: "Modern dünyada, ayrılıkçı milliyetçiliğin genellikle kötü sınırlar ve uyuşmayan kültürlerden kaynaklandığı düşünülmektedir. Irak örneği toplumun tamamında bir anlaşma olmadığında ayrılıkçılığın sadece istikrarsızlık, yoksulluk ve daha fazla çatışma getirebileceğini öğretmektedir. Bu toprakların gerçek sahipleri olan Türkmenler bugünkü koşullar altında bölücülükten değil, barış ve istikrardan, huzurlu bir arada yaşamadan yanadır". Irak'ta ve genelde dünyada çeşitli ulusların bölücülüğe kaydığı günümüzde bu yaklaşım barışa ve istikrara hizmet eden belki de tek örnektir.
Arastü Habibbeyli
Azerbaycan Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı İdaresi
Dış Politika Meseleleri Dairesi Başkan Yardımcısı
Twitterde izlemek için: @AHabibbayli
Macron Fransası ve Doğu Akdeniz siyaseti
Dünya barışı kavramının uluslararası arenadaki mevcut kargaşa içerisinde unutulduğunu ve yerini ne olursa olsun kazanma hırsının aldığını müşahede ediyoruz.
Daha...