
Bakü, 10 eylül 2020 – Newtimes.az
Dünya barışı kavramının uluslararası arenadaki mevcut kargaşa içerisinde unutulduğunu ve yerini ne olursa olsun kazanma hırsının aldığını müşahede ediyoruz. Bunun en bariz örneğini de Macron Fransası'nın tutumunda görüyoruz.
Arap Baharı olarak lanse edilen sosyal hareketin dünyayı ne denli etkileyeceğini tahmin etmek güçtü. Lakin olayların hemen akabinde anlaşıldı ki bölgenin siyasi, ekonomik ve etnik olarak yeniden şekillendirilmesi hesapları yapılmaktaydı. Olaylar Tunus’ta başlasa da Libya, Mısır ve Suriye’de içinden çıkılmaz hale geldi. Öyle ya 14 milyar dolarlık petrol üretimi olan Libya’nın 6,5 milyonluk nüfusuna bu kadar büyük bir gelirin bırakılması emperyal güçler için "ahmaklık”tı. [1] Binaenaleyh Akdeniz’e kıyıdaş Müslüman ülkelerin kimler marifetiyle ne şekilde siyasi olarak yapılandırılacağı konusunda belirsizlik hakimdi. Analistler ve stratejistler, meydana gelen gelişmelerin, emperyalist dünya görüşüne sahip devletlerin hassas bir zeminde yürüttüğü ilişkilerde bir dünya savaşına yol açacak kıvılcım olmasından endişe etmekteler. Gelinen noktada, Doğu Akdeniz merkezli görünse de tüm Akdeniz’in bereketli denizi ve toprakları üzerinde büyük güçler arasında kıyasıya bir rekabetin yaşanmakta olduğu konusunda aydınlar arasında fikir birliği oluşmuş durumda.
Gerçekte en şiddetli rekabetin Fransa ve Türkiye arasında geçeceği
öngörülüyor. Akdeniz’de yaşananlara genel bir çerçeve çizecek olursak şu
noktaları dikkate almak icap eder: Meselenin görünen boyutu Yunanistan’ın, Türkiye’nin
Doğu Akdeniz’deki etkinliğinin artmasının ileride kendisi için tehlike
doğuracağı zehabına kapılması sonucunda ortaya koyduğu reaksiyondur. Gerçekte
ise ekonomik olarak zor durumdaki Akdeniz’e kıyıdaş İtalya ve İspanya’nın,
ekonomik olarak güçlü olsa da siyasi, askeri ve diplomatik alanda bağımsız
olamayan bir Almanya’nın, son tahlilde etkisiz gibi görünen bir İngiltere’nin
olduğu dönemde Fransa, fırsattan istifade ederek öne çıkma stratejisini
benimsedi. Bu iş için de Yunanistan’ın Türkiye ile yaşadığı kıta sahanlığı
krizini bir payanda olarak kullanmayı tercih etti. Atina ise Akdeniz’de her ne
kadar bölgenin asli unsuru olarak gözükse de mevcut güç potansiyeli hesaba
katıldığında halihazırda kendini Fransa’nın emir eri mesabesinde konumlandırmış
durumda. Bu tercihin "Megali idea”larına ne denli uygun olacağının tartışmalı
olmasının yanı sıra temsil ettiği Helenizm ile ne kadar örtüşeceği de ayrı bir
muamma. Zira Helenizm fikrine aşkın bir şekilde tutkun olan siyasetçiler,
ileride bu ezikliği kabul etmeyecek ve Fransa ile muhtemel bir gerginlik
yaşayacaklar. Bu tespiti şimdilik bir tarafa bırakalım.
Macron'un Lübnan ziyaretinde sergilediği diplomatik nezakete sığmayan
davranışları saygın Fransa’dan müstemlekeci Fransa’ya doğru bir eksen
değişikliğini gösterdi. Böylesine bir tavrın Mitterand veya Chirac zamanlarında
sergilenmesi düşünülemezdi.
Esas meselemiz olan Ege ile birlikte konuşulan Doğu Akdeniz sorununda bu
noktaya nasıl gelindiğini izah edecek olursak, Doğu Akdeniz’de Libya ile
Türkiye’nin imzaladığı deniz yetki alanları sınırlandırma anlaşmasının
neticesinde Türk-Yunan gerginliği olarak ortaya çıkan soruna Fransa’nın keskin
bir biçimde müdahalesiyle meselenin gidişatının değiştiğini belirtebiliriz.
Yunanistan’ın mevcut askeri ve ekonomik konumu neticesinde Ege ve Akdeniz’de
etki gösteremeyeceği kabullenilmiş olmalı ki Fransa esasen hangi hukuka
dayanarak varlık gösterdiği belli olmayan bir tutum sergileyerek iki ülke
arasındaki bir meseleye müdahil oldu. İşte bu noktadan sonra Akdeniz’de meydana
gelen gelişmelerin neticesinde meselenin sadece Türk-Yunan gerginliği olmaktan
çıktığını ifade edebiliriz. Karşımızda ciddi riskler alarak Akdeniz’e
yerleşmeyi planlayan bir Fransa bulunuyor. Göçmenlerin Fransa’ya ulaşmalarının
engellenmesi, Suriye’de Fransız çıkarlarının korunması, Libya krizinde baştan
beri müdahil olan ülke sıfatıyla bölgede yer alma zorunluluğu gibi nispeten
kabullenilebilir argümanlara dayanarak politika geliştirdiğini müşahede
etmekteyiz. Binaenaleyh tam olarak uluslararası hukuka dayanmayan Macron
Fransası'nın neden bu kadar şahin kesildiği sorusuna cevap aramak durumundayız.
Fransa şimdiye kadar hiçbir uluslararası meselede tek başına varlık
gösterememiştir. Bu sebeple özelde Türk-Yunan krizi olarak başlayan meseleyi
Fransa, NATO ve AB ile ilişkiler düzlemine kaydırarak Akdeniz’deki varlığını
güçlendirme yolunu seçmiş bulunuyor.
Tarihi hafızamızı yokladığımızda görürüz ki Fransa, Osmanlı Deveti’nde
büyükelçi olarak da görev yapmış olan Jean de la Foret’den beri, Doğu
Hristiyanlarının hamisi olma iddiasıyla Akdeniz’deki etki alanını genişletme
stratejisini benimsemiştir. Bu husus Fransız dış siyasetinin temel paradigması
olarak kabul edilmiştir. Otuz yıl savaşları, Fransız İhtilali, 1871 Prusya
yenilgisi ve son olarak da İkinci Dünya Savaşı’nda işgale uğraması gibi,
devleti derinden sarsan olaylar yaşamasına rağmen bu politikasından
vazgeçmemiştir.
Ancak bunu yaparken de esasen hukuka dayalı adımlar yerine, geleneksel
Fransız dış politikasının üslubuna uymayacak şekilde hareket ederek adeta
kabadayılığa yelteniyor. Asırlık diplomatik müktesebat adeta yok sayılıyor.
Uluslararası ilişkilerde hakkaniyet, dostluk, adalet ve hukuk gibi
kavramlarının değerini yitirdiği günümüzde mevcut bilgilerle veya birtakım
paradigmalar ile olayları kavramak zorlaştı. Dünya barışı kavramının bu kargaşa
içerisinde unutulduğunu ve yerini ne olursa olsun kazanma hırsının aldığını
müşahede ediyoruz. Bunun en bariz örneğini de Macron Fransası'nın tutumunda
görüyoruz. Bölgede gittikçe güçlenen Türkiye’yi kendine rakip gördüğü ve
Akdeniz’deki Fransız menfaatlerinin hayata geçirilmesinde en büyük engelin
Türkiye olduğu gerçekleri artık gizlenmiyor ve bu husus "şahin” diplomatlarca
da dillendiriliyor. Ancak söz konusu diplomatların Fransa’ya mı yoksa Macron
liderliğinde teşekkül etmiş bir zümrenin ihtiraslarına mı hizmet ettiği
tartışmalı. Zira eski Dışişleri Bakanı ve Başbakan Laurent Fabius, eski
Başbakan Alan Juppé, Demokrat Hareket’in lideri François Bayrou gibi ciddi
siyasetçilerin Türk-Fransız gerginliğine yol açan açıklamalardan ve tutumlardan
rahatsız oldukları ortada. Hatta aşırı sağcı lider Marine Le Pen bile Macron’un
politikalarına karşı nispeten temkinli bir tutum takınıyor.
Fransız siyasetindeki bu parçalanmışlık Macron’u rahatsız etmiş olmalı ki
29 Ağustos’ta yaptığı açıklamalarda esasen bir devlet başkanının üslubundan çok
sıradan bir akademisyen üslubuyla Akdeniz’de Fransa’nın neden var olması
gerektiğini tarihi referans alarak açıklamaya çalıştı. Kullandığı "bizim
Akdeniz”, "bizim Afrika” gibi ifadeler, emperyal hislere sahip bir devlet
başkanını yansıtıyordu. Halbuki bu tabirler yaklaşık bir buçuk asır önce Afrika
ve Yakın Doğu’da hakimiyet tesis etmiş Fransa için kullanılmakta. Yazılmış
yüzlerce araştırma eseri bunun en bariz şahidi. Uygulanan siyasete ve yapılan
açıklamalara bakılacak olursa, 21. yüzyılda bulunan bölgeyi 1850’lerdeki
paradigmalarla okumaya çalışan bir zihniyet ile karşı karşıyayız. Fakat bu
sefer sömürülen ülkelerdeki sosyal ve siyasal yapının 19. ve 20. yüzyıllardaki
gibi olmadığı, Fransa’nın da aynı güce sahip bulunmadığı hesaba katılmış olmalı
ki başkanın açıklamaları, halihazırda elde tutulan ülkelerin de kaybedileceği
korkusunun hâkim olduğunu gösteriyor.
Akdeniz siyasetinde paradigma değişikliği
Fransa’nın bu korkusunda haksız olmadığını gösteren veriler mevcut. Örneğin
2018’den beri Fransa’nın Afrika ülkeleriyle ekonomik ilişkilerinin kayda değer
oranda gerilemesi [2], Suriye’de etkin bir Fransa yerine bugün silinmiş bir
Fransa’dan bahsedilmesi, öyle ki YPG, PYD gibi karanlık terör örgütleriyle
irtibat sağlamak suretiyle orada kalmaya çalışan bir duruma düşmesi, Irak’ta
esamisi neredeyse hiç okunmayan bir konuma düşmesi, Lübnan gibi kendi arka
bahçesi olarak gördüğü bir ülkede bile Türkiye ve İran ile rekabet etmekle
karşı karşıya kalması Macron Fransası'nda bir infial meydana getirdi. Ayrıca
her yıl enerjiye ödenen 45 milyar avroluk miktar ekonomi için tehlike
sinyalleri vermekte. [3] İhracat ve ithalat dengesinde açığın 58 milyar avro
olduğunu da hesaba kattığımızda Macron’un feveranını sadece tarihten gelen
Akdeniz’i bir medeniyet ve kültür havzası yapma ideolojisine olan "sadakatine”
bağlamak safdillik olur. [4]
Son tahlilde, Akdeniz’in önemli bir enerji havzası olduğu anlaşılınca
Fransa için Akdeniz’de var olmak hayati bir öneme yükselmiş oldu. Mamafih
enerji ihtiyacının ekonomiyi tehdit etme boyutuna ulaşması, içte ve dışta
siyaseten lider ülke olma arzusunun Türkiye gibi yükselen bir gücü alt etme
sonrasında daha da katmerleşeceğine olan inanç mevcut duruma duyulan infialle
birleşince ortaya koyulan uygulamaların zaman zaman aklın ve mantığın önüne
geçtiği ayan beyan ortada. Örneğin, Beyrut Limanı’nda meydana gelen sebebi
henüz açıklanmayan patlama sonrasında yardımlardan önce Cumhurbaşkanı Macron’un
Lübnan’a gitmesi ve burada Lübnan Cumhurbaşkanı Mişel Avn’a karşı sergilediği
diplomatik nezakete sığmayan davranışları şuursuzca yapılmış hareketler olarak
tarihe geçti. Saygın Fransa’dan müstemlekeci Fransa’ya doğru bir eksen
değişikliği kendini gösterdi. Halbuki böylesine bir tavrın François Mitterand
veya Jacques Chirac zamanlarında sergilenmesi düşünülemezdi.
Tarihi hafızamızı tekrar hareket geçirecek olursak; Fransa üzerine çalışan
akademisyenler bilirler ki Fransa şimdiye kadar hiçbir uluslararası meselede
tek başına varlık gösterememiştir. Askeri başarılarda İngiltere ve Rusya ile
kıyaslanamayacak kadar geridedir. Bu sebeple özelde Türk-Yunan krizi olarak
başlayan meseleyi Fransa NATO ve Avrupa Birliği (AB) ile ilişkiler düzlemine
kaydırarak Akdeniz’deki varlığını güçlendirme yolunu seçmiş bulunuyor. Ancak
bunu yaparken de esasen hukuka dayalı adımlar yerine, geleneksel Fransız dış
politikasının üslubuna uymayacak şekilde hareket ederek adeta kabadayılığa
yelteniyor. Asırlık diplomatik müktesebat adeta yok sayılıyor.
Yıllardır Nijer’de ciddi bir operasyon yürütemeyen, Mali’de etkili olamayan
ve son olarak da darbe girişimini engelleyemeyen, Fildişi Sahilleri’nde
tepkiyle karşılanan Fransa’nın Akdeniz’de Türkiye’ye karşı ne derece etkili
operasyon yapabileceği sorusuna genelde Fransa açısından olumsuz cevap
verilmekte. Buna rağmen İngiltere’nin AB’den ayrılmasıyla liderliği devralmak
isteyen, Akdeniz’de bölge jandarmalığını ABD’den devralmak isteyen bir Fransa
görmekteyiz. Bunun için desteğini talep ettiği NATO’nun kuruluş ruhuna aykırı
bir biçimde, üstelik Rusya ile birlikte hareket etmekten çekinmeyeceğini de
ortaya koymakta. Buna mukabil Akdeniz’de enerjide pay sahibi olmak isteyen,
Yunanistan ile kıta sahanlığı meselesinde on iki adalar konusunda uğradığı
haksızlığı çözerek güçlenmeye çalışan bir Türkiye bulunuyor. Her iki ülkenin
geleneksel tarihi ilişkilerine dayanarak mı yoksa kazanma hırsıyla hareket
ederek diplomasiyi bir kenara itmek suretiyle gerekirse savaş pahasına mı
meseleye yaklaşacaklarını zaman gösterecek.
Fakat Cumhurbaşkanı Macron’un akılcılıktan ziyade başına buyruk
hareketlerde bulunması herkesi endişelendiriyor. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ne
(GKRY) savaş uçağı göndermesi, askeri tatbikatlara hız vermesi, savaş
gemilerini yollaması ve karşı tarafı rencide edici açıklamaları, son olarak da
karikatür krizinin sorumlusu Charlie Hebdo’ya destek açıklamaları krizi aşamalı
olarak tırmandırarak diplomatik üstünlüğü ele geçirme manevraları olarak
yorumlanıyor. Bir zamanların Napolyon’u, XIV. Louis’si olma hevesinde olduğu
imajını veren tavırlar sergilemesi uzun vadede Fransa’ya kâr getirmeyecek.
Aksine, muhtemel bir yenilgide ikinci bir XVI. Louis vakası ile siyaseten
karşılaşması veya Fransa’yı Waterloo mağlubiyetinin sonunda yaşanan durumlara
düşürmesi ihtimal dahilinde.
Son tahlilde, Fransız siyaseti Akdeniz’deki gelişmelerde bütüncül hareket
etmekten uzak davranışlar sergiliyor. Macron’un "AB sınırlarını korumak”,
"Yunanistan karasularına giren Türkiye’yi durdurmak” ve Libya’da darbeci General
Halife Hafter’i desteklemek suretiyle bölgede istikrarı sağlama iddialarına ne
kadarlık bir kesimin itibar ettiği tartışmalı. Aksine Yunanistan’ı kullanmak
suretiyle AB’de lider ülke olma ve Akdeniz’de askeri gücünü gezdirmek suretiyle
mücavir ülkelere varlığını hissettirme niyeti taşıdığı aşikâr. Fransa bir
taraftan Türkiye’nin etkinliğini artırmasına engel olmaya çalışırken diğer
taraftan da krizi fırsata çevirerek ekonomik bunalımdaki Yunanistan’a silah
satmaya çalışıyor. Fransa şimdiden Yunanistan’la 10 milyar avroluk askeri
teçhizat satma anlaşması imzalamış durumda. Bütün bunlar elbette ki "medeniyet”
adına yapılmakta! Bir zamanlar İngilizlerin oyununa gelerek İstanbul’u alma ve
Bizans’ı ihya etme hayaliyle Anadolu’yu işgal eden Yunanistan’a şimdi de
Fransa, kendi silahlarını kullanması neticesinde Doğu Akdeniz’de egemenlik vaat
ediyor. Bunun karşılığında da Yunanistan’ı payanda olarak kullanmak suretiyle
Doğu Akdeniz’de en azından Rusya kadar etkin olabilmeyi hedefliyor.
Dr. Yaşar Demir
[Doktora derecesini 2010'da Strasbourg Üniversitesi’nde Hatay'ın Türkiye'ye
katılması ve Fransa’nın Levant (Yakın Doğu) politikası üzerine yaptığı
çalışmayla alan Dr. Yaşar Demir "Fransa’nın Yakındoğu Politikası” ve "Suriye ve
Hatay” kitaplarının yazarıdır]
[1] https://www.lepoint.fr/economie/libye-petrole-des-recettes-en-hausse-06-01-2018-2184432_28.php#
[3] https://www.vie-publique.fr/en-bref/273282-le-commerce-exterieur-de-la-france-sameliore-en-2019
[4] https://www.vie-publique.fr/en-bref/273282-le-commerce-exterieur-de-la-france-sameliore-en-2019
Macron Fransası ve Doğu Akdeniz siyaseti
Dünya barışı kavramının uluslararası arenadaki mevcut kargaşa içerisinde unutulduğunu ve yerini ne olursa olsun kazanma hırsının aldığını müşahede ediyoruz.
Daha...