
Bakü, 19 Şubat 2014 – Newtimes.az
Türkiye’de 17 Aralık operasyonu başladığı gün, Mısır’da darbeciler İhvan hareketini terör örgütü olarak ilan etti. Libya’da hükümet güçleri ile muhalif bazı gruplar arasında çatışmalar hızlandı. Tunus’ta Nahda hareketi iktidardan uzaklaştırılmaya çalışılıyor. Lübnan’da Sünni ve Şii gruplara yönelik bombalı saldırılarda artış var. Irak’ta bombalı eylemlerin olmadığı gün yok gibi. Rusya’da uzun bir aradan sonra canlı bomba saldırıları yaşanmaya başlandı. Suriye’deki çatışmalar halkın özgürlük mücadelesi olmaktan çıkarıldı; Esed-El-kaide ikilemine dönüştürüldü. Büyük güçler arasında Suriye’deki çözümün nasıl olacağına ilişkin kesin bir formül bulunamıyor. Peki, tüm bu gelişmelerin anlamı ne? Aralarında anlamlı bir bağ var mı? Yoksa hepsi birer tesadüf mü? Türkiye’de Tayyip Erdoğan hükümetini zayıflatma girişimiyle, Mısır’daki ve hatta Rusya’daki gelişmeler arasında nasıl bir ilişki var?
Son birkaç yıldır Arap baharı süreciyle başlayan ve Balkanlardan Uzak Doğu’ya uzanan siyasal coğrafyadaki ülkeleri etkileyen gerginlik, istikrarsızlık ve çatışmacı ortamı açıklamak için iki tartışmayı doğru okumak gerekiyor. Konu öncelikle, günümüz siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler disiplininin en sıcak tartışma başlıklarından birisini oluşturan küresel sistemde yeni güç dengelerinin nasıl kurulacağı sorunsalıyla yakından ilişkilidir. İkincisi ise, halkları Müslüman olan Ortadoğu ülkelerindeki hızlı dönüşümlerin bu ülkeleri nereye götüreceğiyle ilgilidir.
Anglo-Sakson Derin Yapı: Batının Stratejik Aklı
Gerçekten de son yıllarda küresel düzlemde güç kaymasını açıklamak üzere yazılan pek çok kitap, rapor ve makalede küresel siyasetin geleceğine ilişkin çok farklı senaryolar tartışılmaktadır. Zira küresel sistemde birkaç yüz yıldır başat rol oynayan Avrupa ve ABD’nin içinden geçmekte olduğu derin siyasi/ekonomik kriz bu ülkelerin küresel sistemdeki rollerini ciddi biçimde sarsarken, yükselen yeni güçlere ise önemli bir manevra alanı açmaktadır. Örneğin bu bağlamda BRICS ve MİTKA (Meksika, Endonezya, Türkiye, G. Kore ve Avustralya) gibi oluşumlar, batı merkezli hegemonik yapıdaki çözülmenin küresel sistemde yarattığı güç boşluğu ve belirsizlik ortamında oluşan dayanışma platformları olarak okunabilir. Geleceği biçimlendirmek için en hararetli tartışmalar ise ABD’nin siyasi ve güvenlik elitleri arasında yapılmaktadır. Obama doktrini, ekonomik verimliliği zayıflayan ABD’nin emperyal yüklerinden kurtarılmasını ve geriye kalan gücünün daha zekice (smart) kullanılmasını savunmaktadır. Bu amaçla Obama, Arap Baharına minimum ilgi gösterilmesini; Afganistan’dan çekilmeyi, İsrail-Filistin sorununun çözümünü ve İran’la barışı öngören bir siyaseti savunmaktadır. Ancak içinde İngiliz ve Amerikan muhafazakârları ile İsrail şahinlerinin bulunduğu derin Anglo-Sakson yapı ise Batının emperyal hayallerini yaşatmak için geleneksel ve yeni güç merkezleriyle mücadele edilmesini savunmaktadırlar.
Anglo-Sakson yapının varlık nedeni uzun dönemde batının medeniyet ve stratejik çıkarlarını garanti altına almak; bugünkü konjonktürde ise Batının 1990’larda ele geçirdiği ayrıcalıklı konumunu her ne pahasına olursa olsun, eldeki tüm imkânları sonuna kadar kullanarak, muhafaza etmektir. Derin yapı için, Çin’in uzak doğudaki bölgesel hegemonya arayışı, Rusya’nın sopa ve havuca dayalı olarak sürdürdüğü Avrasya Birliği politikası ve Türkiye’nin Ortadoğu’da artan etkinliği ciddi bir tehdit oluşturmaktadır. Bu güç merkezlerinin etkinliğinin kırılması için ise derin emperyal yapının en tecrübeli olduğu alan olan istihbarat oyunları, darbeler, örtülü siyasi-ekonomik operasyonlar, medya üzerinden yürütülen psikolojik savaş teknikleri ile terör gibi provokatif şiddet yöntemleri son zamanlarda yeniden uygulamaya konulmuştur. Örneğin Rusya’da olimpiyat oyunları yaklaşırken artan terör saldırıları ve Ukrayna gibi bölge ülkelerinde artan sokak gösterileri; Çin’in çevresindeki ülkelerle artan güvenlik sorunları ve Sincan bölgesindeki hareketlenmeler ile Türkiye gibi İslam dünyasının en gelişmiş ülkesinde sergilenmeye çalışılan istikrarsızlaştırıcı operasyonlar bu derin yapının, Obama yönetimine rağmen (ve hatta onu zor durumda bırakmak uğruna) harekete geçtiğini gösteriyor. İran-Batı yakınlaşmasını da şüpheyle karşılayan Anglo-Sakson yapı, tarihin akışını kendi haline bırakmayı değil, kontrol altına alarak kendi lehine değiştirmeyi amaçlamaktadır. Gücü ve kontrolü azaldıkça da giderek hırçınlaşmakta ve daha acımasız hale gelmektedir.
Ortadoğu’da Anglo-Sakson Stratejisi: Mısır, Türkiye ve İran’ı Ayrıştırmak
Osmanlı sonrası dönemde Ortadoğu bölgesinin kurucu ve denetleyici aktörleri büyük ölçüde Anglo-Saksonlar olmuştur. İkinci dünya savaşına kadar İngiltere, 1945 sonrasında ise ABD bölgenin hâkim düzen kurucu ülkeleridirler. İsrail ise bölgede bağımsız bir güç olarak değil, bu batılı güçlerin bölgedeki bir uzantısı ve sinir ucu olarak görülebilir. Ancak son yıllarda bir yandan Türkiye’nin bölgede artan gücü ve etkisi, diğer yandan ise Arap Baharı sürecinin Mısır gibi İslam medeniyet merkezlerinde halk iradesine dayalı rejimlerin kurulmasıyla sonuçlanması, yüz yıldır ilk kez Batılı ülkelerin bölgedeki hegemonyasına açıkça meydan okuyan bir güçler dengesini ortaya çıkartmıştır. İslam medeniyetinin üç büyük taşıyıcı sütünü olan Türkiye, Mısır ve İran’ın aynı anda batı karşıtı iktidarların eline geçmesi, kendisini halâ dünyanın stratejik aklı olarak gören derin Anglo-Sakson siyasetini ciddi biçimde rahatsız etmiştir.
Mısır’da seçimle işbaşına gelen Mursi’nin, kendi atadığı savunma bakanı El-Sisi tarafından, sokak hareketleri ve Ezher Şeyhinin ve bazı Selefi İslamcıların da desteği ile devrilmesi ve direnenlerin kanlı biçimde katledilmesi karşısında Batı dünyasının sessizliğe bürünmesi ve hatta açıktan desteklemesi bir tesadüf değildir. Tesadüf olmayan bir başka gelişme ise İran’la yürütülen gizli görüşmeler ve yeni seçilen Cumhurbaşkanı Ruhani’ye uzatılan zeytin dalıdır. Bir taraftan Türkiye, S. Arabistan ve Katar gibi müttefikleriyle ortak hareket eden ve Suriye’de "Esed gitmelidir” (Esed must go) diyen Obama yönetimi varken, aynı zamanda Esed’in hamiliğini yapan Tahran ile gizli diplomasinin yürütülmesinin amacı İran’ın batı için bir tehdit unsuru olmaktan çıkarılması ve Sünni dünyasından ayrıştırılmasıdır.
Ancak unutmamak gerekir ki, Batının derin güçlerinin Obama’nın İran politikasına verdiği destek geçici ve konjonktürel olup, Tahran yönetimi İslam devriminden vaz geçtiğini açıklamadığı sürece Ruhani’ye de Hamaney’e de güvenmeleri mümkün değildir. Burada kısa sürede yakınlaşma politikasından beklenen şey, henüz gücünü konsolide edemeyen Mısır cuntacılarına nefes aldırmak ve Türkiye’nin gireceği üç seçim sürecinde Ak Parti hükümetini bitirmek için girişilecek operasyonlar için zaman kazanmaktır. Zira başkaldıran Ortadoğu’yu dizginlemek ve İslam dünyasının dingin kafayla geleceğe yönelik işbirliği ve medeniyet tasavvurunu geliştirmesini önlemek için hedef seçilen üçüncü ülke Türkiye’dir. Gezi olayları da son operasyonlar da aslında Türkiye’deki Ak Parti iktidarını ve Edoğan-Gül ve Davutoğlu troykasını iş başından uzaklaştırmaya matuftur.
Emperyalist Yöntemler Değişmedi
Anglo-Sakson Emperyalist yapı, bir ülkeyi istikrarsızlaştırmak veya bir iktidarı devirmek istediğinde ülke içinde kimi müttefik olarak seçeceklerini konjonktüre göre ve amaca en uygun biçimde belirlemektedir. Bizim ülkemizin kısa tarihi bile bu konuda oldukça öğreticidir. 1980 öncesinde Ecevit iktidarına karşı TÜSİAD’ı; 28 Şubat’ta medya ve beşli çeteyi; 2004-2007 arasında ulusalcı güçleri; Gezi olaylarında küresel sermaye ve belli medyayı; Aralık 2013’te ise iktidarla güç savaşı yaşayan belli bir yapılanmayı (the cemaat) harekete geçirmişlerdir.
Anglo-Sakson derin yapının yeni hâkimiyet stratejisi bölgede İran’la bir süre iyi geçinmek(accomadation) ve Mısır, Türkiye ve Tunus gibi Sünni ülkelerde ise batı dünyasıyla sorunlu iktidarlardan kurtulmaktır. İhvan (Mısır, Suriye) Milli Görüş (Türkiye), Nahda (Tunus) ve Cemaati İslami (Pakistan ve Bangladeş) gibi siyasi hareketler demokrasi ve modernleşme ile barışık siyasi hareketler olsalar da, nihai kertede İslam dünyasının Batı ve diğer siyasi güçlerin hegemonyasından kurtulmasını ve İslam medeniyetinin yeniden yükselmesini savunurlar. Oysa bu medeniyet ve siyasi bilinci diğer grup ve fırkalarda bu kadar açık ve sarih bir şekilde bulmak zordur. Örneğin Mısır’daki bazı Selefiler ile Türkiye’deki bazı gruplar ehli sünnet geleneğinin siyasi ve tarihi tecrübesine derinlikli olarak vakıf değillerdir. Tarihsel perspektiften yoksunluk, siyasi geleneklerden kopukluk ve tecrübesizlik onları dışarıdan veya içeriden gelen operasyonlara ve manipülasyonlara açık hale getirmektedir.
Türkiye’de Sünni siyaset geleneğinden beslenen ve devlet-millet kaynaşmasını sağlayarak ülkenin normalleşmesine önemli katkılar yapan AK Parti hükümetine ve Başbakan Erdoğan’a karşı girişilen oyunlar bu bağlamda oldukça anlamlıdır. Zira Türkiye son on yılda muhafazakâr demokrat bir parti eliyle bir yandan modernleşme anlamında başarılı reformlar yaparken, diğer yandan hem tarih ve medeniyet değerlerinin oluşturduğu kimliği ile barışık hale gelmiş hem de gösterdiği ekonomik performansı ile Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki Müslüman halklar için ciddi bir ilham kaynağı olmuştur. Oryantalist söylemlerin aksine demokrasi ve İslam’ın pekâlâ birlikte ve barış içinde yaşayabileceğini gösteren Türkiye, Arap devrimlerinin en önemli motivasyon kaynaklarından biridir. Başbakan Erdoğan’ın seçilmiş bir lider olarak batıya ve İsrail’e karşı kimlikli duruşu ise devrim yaşayan Arap ülkelerindeki İslamcı gruplara ve liderlere örnek oluşturmaktadır. Özellikle Mısır’daki Mursi yönetimi de Batı dünyası için oldukça öğretici olmuştur. Arap ülkelerinde ana akım Sünni siyasetin taşıyıcısı haline gelen İhvan, Nahda ve Cemaati İslami gibi hareketlerin entelektüelleri ve sosyolojik tabanı Ak Parti’yi yakından izlemektedir. İslam dünyası için Türkiye ve Ak Parti tecrübesi İslam-Batı ilişkilerinin ve dolayısıyla kendi gelecekleri için önemli bir siyasi-sosyal laboratuvar işlevi görmektedir. Sonuç olarak, Türkiye ekonomik, sosyal ve siyasi açıdan artık İslam dünyası ve hatta pek çok diğer gelişmekte olan ülke halkları için bir rol model, trend-belirleyici (trend setter) ve zihniyet inşa edici bir fenomen haline gelmiştir. Erdoğan tüm bu başarılı politikaların siyasi mimarı ve dönüştürücü zihniyetin temsilcisi bir aktör olarak görülmektedir. Bu nedenle de O’na karşı girişilen her operasyon adeta İslam dünyasının parlak geleceğine karşı beslenen ümitlere bir darbe gibi algılanmaktadır.
Bu bağlamda, Mısır, Tunus, Libya ve Türkiye’deki yaşananların ortak yönleri olduğu şüphesizdir. İslam dünyasındaki demokratikleşmeye karşı hep şüpheyle yaklaşan batının korkusu, demokratik süreçlerin ortaya çıkardığı iktidarların Batı çıkarlarına karşı politikalar izlemeleridir. Batı için makbul olan dini ve siyasi hareketler, siyasi tahayyüllerini batı hegemonyasının çizdiği sınırlar içinde tutan ve statükoyu sorgulamayan liderler, gruplar ve iktidarlardır. Ancak batının bilmesi gereken şey ise şudur: Gelişmekte olan ülkeler ve özellikle İslam dünyası için özgürlük ve bağımsızlık en az batılılar kadar önemlidir ve kutsaldır. Gerçekten de küresel barış ve demokrasi arzulanıyorsa, Batının oryantalist tavırlarından vazgeçip, yeryüzündeki diğer medeniyetlere olduğu gibi İslam medeniyetine de saygı duyması ve onu meşru görmesi gerekir. Obama’nın 2009’daki İslam dünyasına yaklaşımı bu anlamda güzel bir örnektir. Herkesin kendi kimliğine ve dini/kültürel değerlerine saygı göstermek, kalıcı küresel barışın ve doğu-batı arasındaki ilişkileri normalleştirmenin tek yoludur. Aksi halde iyi ve ılımlı Müslüman ve kötü-radikal Müslüman ayrıştırması politikaları ile ne Ortadoğu barışı kurulabilir ne de batı dünyası huzur bulabilir.
Prof. Dr. Birol Akgün, SDE Başkanı
Macron Fransası ve Doğu Akdeniz siyaseti
Dünya barışı kavramının uluslararası arenadaki mevcut kargaşa içerisinde unutulduğunu ve yerini ne olursa olsun kazanma hırsının aldığını müşahede ediyoruz.
Daha...